Sesin gücüne dair düşünmekle sesi kullanmak arasında sessiz ama içeriden sesli bir süreç geçiyor. Yani buraya OM yazmak, OM demekten farklı. Zihin OM diyor ama sessiz olduğunda acaba hiç titreşimi ya da etkisi yok mu? Yani içimizden (sessiz) okumak aslında gerçek etkiden uzak kalıyor ya da o etkiyi tümden değiştiriyor olabilir mi? Okuma eyleminin bu haliyle ilgili düşünmeye başlamışken karşıma Ursula K. LeGuin’in bu konuda ne de çok düşünmüş çalışmış olduğu çıkıverdi. Şiiri, tiyatroyu, edebiyata dair her şeyi ve hatta edebi olmayan metni de bu anlamda değerlendirmişti. Bu değerlendirmelerine dair okumalar yaparken bende ona dair bir ses oluştu ve ben de o sesle okumaya devam ettim. Ama okumak nedense yetmeyince yazmaya (şu an okuduklarınızı) başladım. Algı biçimleri insanoğlunun en eski tanımlama çabası denebilir. Çünkü ne içi boş bir şekilde “gerçek” dediğimiz şey bu anlamda değer bulmadan bir anlam ifade edebilir ne de onsuz-algısız yapabiliriz. Bu hale isim koymadan ne yazmak ne okumak mümkün. Düşünmek evet. Ama tek başına düşünmek bazen sesli-sözlü-yazarak düşünmekten eksik. Eksik derken zor hızlı, yakalanamaz ve elle tutulamaz bir bir hali var demek istiyorum. Oysa ben bir insan olarak ciddi anlamda “ellerim’im”. O sebeple elle tutulur olan beni ferahlatıyor. Sakinleştiriyor. Anlamamı kolaylaştırıyor. Ses de o zaman aynı yerlere denk gelir. Başka sebepleri de olmakla beraber benzer bir şekilde. Eğitim hayatımız boyunca, genel olarak eser miktarda bizi ilgilendireceği düşünülerek (tasarlanarak desek daha doğru tabii) biyoloji anatomi psikoloji felsefe mantık dersleri ya yoktu, ya azdı ya da boştu (her anlamda). Bugünkü aklımla okullarda mutlaka yoga dersleri olmasını kalpten arzu etmemin sebebi de bu. Çünkü yıllar yollar ve anlayışlar aşarak geldiğim bu yaşta hepsini bir arada ve birlikte, ben yogada buldum. Bütünü görmede bana en çok ve çeşitli yol açan yoganın binbir hali-yüzü-anlamı oldu. Baktıkça başkalaşan, derinleşen, dallanıp budaklanan ve anlam dünyamda gelenin gideni aratmadığı… Düşününce yoganın amuda kalkmak olduğunu (ya da poz-asana olduğunu) düşünen- zanneden biri bu satırları okusa ne anlar acaba. Her şeye rağmen derinlemesine olarak baktığımızda yine de yanlış anlamaz, anlayamaz. Yani tek bir pozun içinde de var dediklerim. Onu, onları görebilmek değil mi ki amaç? Ki amaç aramıyorum. Son derece pratik olarak zenginliklerden neden bu derece budanmış bir yaşantıyı kabul etmek zorunda bırakıldık? Yani dalağının yerini bilmeden, hiç kaplumbağa sevmeden, hangi ağacın ne zaman nasıl meyveler verdiğini bilemeden, gözyüzünde gördüğünün ne olduğunu bilmeden, yediği yemekteki tohumu, toprağı, suyu, ateşi emeği göremeden yiyip şişmanlayan insancıklar olmayı neden ve ne zaman dahası hangi sebeple kabul ettik? Hayır hayır olmayacak; ezberden vazgeçelim. Şu anda, şimdi. Türkiye’de hiç yok, dünyada birkaç noktada eğitimi var: Yoga Felsefesi. Bana bunları düşündüre(bile)n ve yazdıran da bu eğitim. Merak edene not olarak; Hariom çatısında, Bora Ercan öncülüğünde çalışıyoruz. Yedi buçuk aylık bir uzmanlık programı*. Önce yoga nedir’e bakarak başlayan (tek bir tanım ararsanız bulamayacaksınız, her tanımı denerseniz yolunuz uzun) çok uzun ve meşakketli bir yol. Bitmez bir yol. Yolun sonunda ödül- varış çizgisi-madalya bekleyenlerin çıkmayacağı çıkmaması gereken bir yol. Çünkü vaadi evrenler ama aslında bir vaadi de yok. Neticede yoga kelimesi ilk kullanıldığı günden buy ana anlam kaybetmeyip (tam tersi anlamlar kazanıp) kesintiye ve bozuntuya uğramadan günümüze dek ulaşan özel bir kelimedir. Ki kelime deyince de ne kadar kifayetsiz kelimeler demeden geçemiyorum yine. Neyse duyu diyordum. Ezberlediğimiz gibi beş duyumuz yok. Olsa birer makine gibi aşağı yukarı aynı şeyleri işlerdik. On bir duyu var (burun yani koklama, cilt yani dokunma, dil yani tatma, gözler yani bakma görme, Prana, ayaklar yani yürüme, eller yani elleme, anüs, cinsel organ, ağız yani konuşma ve Manas. Bakınız hepsinde hava olmazsa olmaz) ve hepsinin ötesinde kişinin kendisi dediğimiz şey var. Yani yaşanmışlıkları, anlamışlıkları, inançları, rüyaları, yedikleri içtikleri, ağız tadı, o anki sağlığına bağlı eksiklikleri fazlalıkları, hormonal dengesine göre algı biçimi, duyumsama biçimi, keyfinin yerindeliğiyle ilgili yüksekliği alçaklığı, kendi iç titreşimi, uykusunu almış olup olmadığı, geneldeki haliyle o anki halinin karmaşık bir denkleminin tammm o andaki hali… Uzar gider. Birden bütüüüün yargılardan vazgeçer gibi mi oldunuz? Bana da öyle oluyor. Sonra şu anda olduğu gibi yeniden yargılara başlıyorum. Olur öyle. Birkaç yıl önce yayınlanan ama bende çok öncesinde başlamış olan bir roman yazdım. Adı Aidiyet*. Yazmaya başladığımda Ursula K. LeGuin’in dediği türden bir çuvalım* yoktu. Eteklerime doldurdum yolda bulduklarımdan seçtiklerimi. Uçan bir ağaç, bilge bir baykuş, savaşçı bir şaman, aşık bir ağaç perisi, herkesinkendisigibiolduğuyer’e giden çocuk, farklı coğrafyalar, farklı hikayeler… Derken bir aşamada eteğimde yer kalmadı. Mecburen indirip hepsine baktım. Bir kez daha seçimler gerektirdi bu. Sonra bir daha, sonra bir daha. Bazı seçimler zor oldu. Nihayetinde öğrendim; bir çuvala ihtiyacım vardı. Her bir seçimimi bir arada tutacak bir kap lazımdı. Böylece kitap oldu seçimlerim. Çuvala, seçilmiş alışkanlıkla bir kahraman da koyduğum, koymak zorunda hissettiğim, onun hikayesini seçtiğim için (adı Nada ve kahraman olmayı isteyen biriydi ama seçilmeyi o seçmedi) sonunda maalesef istemsizce de olsa çuvalı deldi! Her kahramanlı romanda olduğu gibi hedefi belliydi ve o hedefe vardı. Ursula K. LeGuin bu hali şöyle tanımlamış: “Nihayet, Kahraman’ın bu çuvalın içinde pek hoş görünmediği de bir gerçek. Ona bir sahne, bir zirve lazım. Torbaya girince tavşan ya da patates gibi duruyor.”* Yolda, kendi yolu üzerinde insanoğlu toplamaya da başlar. Çünkü yere, zemine bakarız, ayak attığımız yere… Bir taş, bir kabuk, bir dal, bir tohum, bir iz. Bir an, bir gülüş, bir günbatımı, bir koku, bir his, bir bakış, bir renk, bir melodi, bir ürperme, bir gözyaşı… Toplamaya başlarız. Zihinde ya da avuçta, cepte. Bizim yolumuzun unsurlarıdır, kendimizce çeşitli anlamlar yükleriz, kendimizce çeşitli anlamları da vardır -ayrıca-, bizden bağımsız anlamları da vardır kuşkusuz. Ama seçtiklerimiz bir araya gelince bir araya getirme sebeplerimiz artık onları bir de bütün olarak anlamlandırır. Kitabımı (Aidiyet) sesli okumak isteği birden geldi. Hazır moda olmuştu. Olsa iyi olur muydu? Sesi nasıldı? Sesi, sessiz okunmasından iyi miydi? Kuşkusuz. İşte bu soruya cevaben “kuşkusuz” dediğim andan sonra sesle ilgili her şey bende altüst oldu. İyi ki. Slogan, mantra, ilahi, dua, şarkı, ninni derken sesi, sesimizi neden ve nerede terk ettiğimizi merak etmeye de başladım. Yoga derslerinde Özlem Var hocamdan öğrendiğim (bende çok işe yaradığı için kopyalayıp kendi derslerimde de deneyip çok verim aldığım şeylerden biri) yoga yapana-olana-olmaya çabada olana arada bir “Sesin serbest..” demeyi düstur edindim. “Yoga yapıyoruz, yani ciddi bir şey yapıyoruz; herhalde sessiz olmak gerekir” alt metnini yoruma açmak çabasındayım. Tam bir sessizlik gerektiren nice iş vardır, kabul. Ama sesli yaratıklarız. Ki tamamen sessiz ne vardır ki. Ancak sürekli dev bir kütüphanede çalışıyormuşuz gibi sessiz (ve neredeyse tamamen hareketsiz) kalmış olmamız çok enteresan değil mi? Durduk yerde mmmmm diyen, birden şarkı söylemeye başlayan, inleyen, off deyiveren biri bizi çok şaşırtır. Sebep ararız. Sesin kaynağını ve kendisini değil, ses çıkarmanın sebebini sorgularız: “Şimdi nerden çıktı bu şarkı?” Kaynağından! Kaynağını unutmuş insanoğlu için ses bile bu derece muamma iken yoganın ne olduğunu anlatmak, anlamak, düşünmek, yoganın sosyal medyanın aynasında akrobasiye dönüşmesine hayıflanmak belki çok beyhude. “Aslında” hiçbir felsefesi olmadığını iddia ederek (ki bu bilgi çağında, bu devirde artık bu tuhaf iddia çabası epeyce kötü niyetli görünüyor ve hatta niyeti anlaşılmaz bir hal alıyor ama) yogayı estetik bir tür “dansı spor” olarak konumlayıp modern dans türünden gösterilere ya da poza indirgeyen (ki hareketin kendisi yoganın buzdağının görünen kısmının bile bir minicik parçası sayılır ama insanı bedenden, fiziksel olandan ibaret sanan bunu nasıl başka türlü anlamlandırabilir.. zor) bir anlayışın popülaritesi çok geçicidir. Neyse ki öyledir. Çünkü gösteriye değil, kaynağa dönüşe ihtiyacımız var. Kaynak bize görünen duyulandan çok öte olduğumuzu haykırıyor. Madem öyle “aman kimse alınmasın, mesele üzerime sıçramasın” demektense ses çıkarıyorum. Şimdilik kendimde, çevremde ve bu satırlarla. Ve bu (kendimce) çok sesi kısık da olsa bir başlangıç. Sesim serbest! * Programın açıklama metninden alıntılıyorum: Bu program Vedalar, Upanishadlar, Yoga Upanishadları, Sanyasin Upanishadları, Bhagavad Gita, Yoga Sutra, Hatha Yoga Pradipika, Gheranda Samhita ve Shiva Samhita gibi eski metinlerin okunmasını içerir. Bununla birlikte, çağdaş üstatlar ve yoga okulları, yoganın günümüzde dünyada konumlandığı durum, ekolojik, ekonomik ve bunlara bağlı olarak dünya siyaseti de çalışmamızın genel çerçevesini çizer. * Aidiyet/ Hande Şarman/ İthaki Yayınları * Çuval Kuramı ve Kurgu, Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar / Ursula K. LeGuin/ Metis Yay. * Çuval Kuramı ve Kurgu Sayfa 63, Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar / Ursula K. LeGuin/ Metis Yay.
not: bu yazı, zihingünleri.com adresinde blog bölümünde de yayınlandı.
Comments