top of page

masal: zamanla oynayan at



Bir varmış bir yokmuş. Zamanın birinde bir yerlerde, uzay boşluğunda dörtnala gezen güzel mi güzel bir at varmış. Düşünecek çok zamanı olduğuna inanırmış, o yüzden düşünecek çok zamanı olurmuş. O kadar düşünüp o kadar çok içine kapanmış ki zamanı eğip bükenin bizzat kendisi olduğunu zor fark etmiş. Meğer o dörtnala gittikçe herkes de zamanda zırt pırt gidip gelmek zorunda kalıyormuş. O yelelerini savurup tam gaz koşarken çevresiyle pek ilgilenmeyip düşüncelere daldığı için zamanda ne olup bittiğiyle ilgili pek bir şey fark etmiyormuş. Geçmişe mi gitti, yarına mı koştu, tırsacak bir şey mi var, birileri yok mu oldu, birden bire yaşlanan ya da gençleşen mi var, umurunda olmuyormuş.

Aslına bakarsanız zaten altı üstü 2 kedi, inatçı bir taş, bir avuç hüzünlü kum, içinde 34 çeşit balık olan derin bir göl, 8 nazlı gül, nevi şahsına münhasır bir köpek, 13 geveze yarasa, yalnız bir bisiklet ve boyutları bilinemeyen bir boşluktan ibaret olan evrende bunu anlayıp da ona bu gerçeği söyleyen kimse çıkmamış.

Neden sonra düşündükleri kendiliğinden şekillenip etrafındaki değişikliklere bir anlam yükleyince herkesi toplamış At. Düşündüklerini anlatmış.

“Dörtnala gezerken istemeden de olsa zamanla oynuyorum. Sizi boş yere çok rahatsız etmiş olduğumu düşünüyorum. Özür dilemek istedim” demiş.

Hiçbiri olan biteni tam olarak anlamamış. At’a güvenirlermiş. Onu severlermiş. Ama zamanla oynamak da neyin nesiymiş? Gerçek olabilir miymiş? Rahatsızlıktan kast ettiği neymiş?

Gölde kendi imkanlarıyla su balesi öğrenen balıklar, sık sık kavga eden âşık kediler, romantik şeyler mırıldanıp kendi kendini eleyip duran bir avuç kum, hep çocuk kalmış olan yaramaz yarasalar, şekilsizlik abidesi taş, uzun zaman önce doğayla anlaşıp çiçeklerini asla dökmeyen güller, sürekli lastiğini patlatan bisiklet, iri cüsseyle övünen köpek ve sınırlarını kendisinin bile bilmediği boşluk, hepsi öylece kalakalmış. Böyle bir durumla ilk kez karşılaşıyorlarmış. Ne düşüneceklerini, ne söyleyeceklerini tartmışlar. Biraz kendilerine gelince, boyu neredeyse At kadar uzun olan Köpek söz almış:

“Güzel, iyi huylu, özü sözü bir, sakin birisin. Hakkında kötü bir şey söylenemez. Biraz içine kapanıksın ve hiçbirimizle pek alakan yok ama sorun değil. Şurda biz bizeyiz, söyleyebilirim; hatta sana hayran olanlarımız var. Biri de benim! Sen dıgıdık dıgıdık gezerken, yıldızların arasından yelelerini uçura uçura koşarken kendimizden geçercesine seni izleriz…”

Hayranlık konusuyla pek ilgisi olmadığı için, “Kendinden geçmek mi? Evet! Peki tam o sırada mı?” diye sormuş At. Bu önemli bir detay olabilirmiş.

“Lafın gelişi canıım” demiş Köpek. Utanıp sıkılarak önüne bakmış. Hiç de lafın gelişi değilmiş. At’a hepsi hayranmış. Onun koşuşunda, halinde tavrında bir şey varmış. Bir ferahlık hissi, bir özgürlük duygusu, bir yürek hoplaması, bir yıldız kayması…

O sırada tıssslamalı ve şüpheci ses bir ses tonuyla, “Bilinen tarihe göre sen bir çeşit tanrı olmalısın!” demiş kedilerden biri. Tombul olanı. Zaten o, diğerlerine göre biraz daha bilmiş bir tipmiş. Çok da inanarak söylemiş bunu.

Herkes At’a bakıyormuş. At kısaca kendini yoklamış ama ı ıh, kendisinde bir tanrılık hissetmiyormuş. “Neden tanrı olayım ki. Bildiğim tanrılar cezalandırır ve ödüllendirir. Bunlar benim işim değil. Umurumda da değil. Üstelik tek başıma böyle şeylere karar vermek hiç de hoşuma gitmez” demiş.

Bunda herkes hemfikir olmuş. Öyle gelmiş işlerine. Hemen başka bir yorum gelmiş. Geveze yarasalardan biri atılmış:

“Belki de koşarken senden saçılan ışık büyülüdür?”

At kişnemeyle gülme arası cevap vermiş:

“Büyü diye bir şey yok. Keşke olsaydı.”

Bir süre sessizlik olmuş. Taş, “Bende hiç değişiklik olmuyor. Yani oluyor da çok az” deyivermiş.

Taş’ın sesini ilk kez duyuyorlarmış. Şaşkınlık ve merakla bakışmışlar. Taş konuşur muymuş? Canlı mıymış?

At şahlanacak gibi olmuş ama sakinleşmiş. “Tamam! Anlaşıldı. Kesin bu işte bir iş var” demiş. “Taş konuştu diye şaşıramayız. İçinde bulunduğumuz koşullarda artık olmaz. Bir taşla konuşmak değil sorun. Anlatırsın. Seni her şartta dinler. Sonsuza dek. Sorun şudur ki, sen o taştan bir cevap beklersen üzülürsün. Belki bir ara onun seni cevapladığını zannedersin. Dinlersin. Dinledikçe duyar gibi olursun. Belki biz de duymuş gibi olduk?”

Hepsi aynı şeyi düşünmüş: Evet evet bu işte bir iş varmış. Zamanla oynamanın da bedelleri olsa gerekmiş. Akılları karışabilir; Taş dile gelebilir, Taş bildikleri bir dilden konuşabilir, belki de hep konuşuyor olan Taş’ı ilk kez duyabiliyor olabilirlermiş. Artık her şey daha olası görünüyormuş. Belki de her şey bir tür bozulmaymış. Ya da bir tür ortak rüya?

“Yani zamanda yolculuk konusunda kendimizi mi kandırdık? Bunlar biz mi uydurduk? Ya da zamanda gide gele kafalarımız mı gitti? Hep birlikte aynı düşü mü gördük?” diye üzülmüş Bisiklet.

“Ooooff, lütfen sevgili Bisiklet! Binyıllar öncesinin ucuz filmlerindeki gibi hepsiaslındabirrüyaydı olamaz. Bir yerde bir hikaye anlatılıyorsa başka bir yerde veya başka bir zamanda da olsa o hikaye yaşanıyordur” demiş At.

Bir avuca sığacak kadar yer kaplayan hüzünlü kum şöyle bir kımıldanmış. Kediler birbirilerine bakıp aniden yalanmaya başlamış. Bisiklet geri vitese takmış. Göl çalkalanmış…

“Peki. Kimseyi çok da rahatsız etmiyorsam ben aynen böyle devam ediyorum” demiş At.

Neticede olanlar yüzünden kimse ölmüyormuş. Biraz yaşlanıp biraz gençleşmek, biraz geçmişte biraz gelecekte yaşamak, kısalıp uzamak, bir şeyleri anımsamak ve unutmak sorun olmuyormuş. Sanki böylece aslında hiçbir şey olmuyormuş. Çünkü zaten yaşamak böyle bir şeymiş.

Aslında bir bakıma iyi de olmuş. Daha çok düşünmeye ve konuşmaya başlamışlar. Mesela Taş’ın canlı olup olmadığı, neye canlı deneceği gibi konular ilgilerini çeker olmuş. Taş bu konuda yorum yapmamış. Boşluk’la bakışıp gülümsemişler. Belki de bunun için herkesin biraz daha zamana, deneyime, zaman içinde biraz daha zaman geçirmeye ihtiyaçları varmış.

Şimdi her kafadan bir ses çıkar olmuş. Farklı tezler geliştirip birbirilerinin kafalarını açmak çok hoşlarına gitmiş. Eğleniyorlarmış.

Bir süre sonra At, sıkıldığı için konuyu kapatmaya karar vermiş. Şöyle biraz yelelerini savurmak istemiş. Uzayda. Ama aniden çekip gitmek yerine konuyu bağlamayı seçmiş. Kafasını sallayıp, “Düşünecek çok zamanım var. Hep vardı. Şimdi sizlerin de var. Aslında hep vardı. Neyse. Şimdi ikna oldunuz. Hep birlikte de düşünebiliriz. Toplaşıp bunlardan söz ederiz. Maksat muhabbet olsun!” demiş.

Belli aralıklarla, 8 nazlı gülün orada buluşmak üzere anlaşmışlar. Bazen Köpek saçma sapan yerlere işediği için buluşma yerleri değişse de, kediler kimseye bir şey demeden çoook uzaktaki bir gezegene yerleşmeye karar vermediyse ve Bisiklet, yalnızlık canına tak edip yarasalarla yarışarak lastiklerinden birini patlamadıysa hep buluşmuşlar. Düşünmüş, konuşmuş, tartışmış, mekan ve zamanda ustalaşmış ve müdahale edebilecekleri şeyler için mutlaka kafa kafaya vermeye alışmışlar. Bazen kendilerinden geçercesine izledikleri şeylerin bile bambaşka manaları olabileceğini anlamışlar. Bu masal da burda bitmiiiş.

8 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page